• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası

Edebiyat Gazetesi

Kültür Sanat Edebiyat Haber Gazetesi

Bilinmeyen Yönleriyle Emine Işınsu

Türk aşığı bir kadın yazar: Emine Işınsu'nun hayatı ve bilinmeyen yönleri

Dr. Binnur Çelebi, 83 yaşında hayatını kaybeden Emine Işınsu'nun hayatını ve bilinmeyen yönlerini kaleme aldı.

Türk edebiyatının güçlü kalemlerinden Emine Işınsu hayatını kaybetti.

Haberi Işınsu'nun eşi ve yazar Prof. Dr. İskender Öksüz, Twitter hesabından yaptığı açıklama ile duyurdu.

Siyasetcafe yazarı Dr. Binnur Çelebi'nin daha önce yazdığı Emine Işınsu'nun hayatını ve bilinmeyen yönlerini kaleme aldığı yazısını Işınsu'nun vefatı nedeniyle tekrar yayınlıyoruz...

İşte 83 yaşında hayatını kaybeden Işınsu'nun hayatı ve bilinmeyenleri:

Çağdaş Türk kadın yazarları arasında önemli bir yeri olan Emine Işınsu 17 Mayıs 1938 tarihinde Kars'ta dünyaya gelir. Babası emekli tümgeneral Aziz Vecihi Zorlutuna olup; Bulgaristan Türklerindendir. Cumhuriyet döneminin tanınmış yazarlarından olan annesi Halide Nusret Zorlutuna ise, Erzurumlu Zorluoğulları ailesinden hürriyet mücahidi Avnullah Kazimî Bey’in kızıdır.

Diğer dedesiyse Bulgaristan göçmenidir. Soyadı Kanunu çıktıktan sonra ailesi, anne tarafından Zorlu ismini ve babasının geldiği Tuna’nın birleşimiyle Zorlutuna soyadını alırlar. Gerçek adı “Işınsu”dur. Babasının çok sevdiği kız kardeşi Emine’nin ismi ise “göbek” adı olarak konur. Ancak, annesi, hatıralarını yazdığı “Bir Devrin Romanı” adlı kitabında kızından, “Kars’ta bir ışık gibi, Işınsu hayatımıza doğdu” diye bahseder ve Emine ismi pek kullanılmaz.

Emine Işınsu’nun sanatçı kişiliği de içinde yetiştiği kültürlü aile geleneği ile yeşerir. Şair ve yazar bir an­nenin kızı olan Işınsu, küçük yaştan itibaren şiirle hayata başlar. Herkesin annesi çocuğuna şarkılar, ninnilerle mırıldanırken, annesi Halide Hanım, O’nu Fuzuli, Şeyh Galip ve Mehmet Akif’ten yüksek sesle okuduğu şiirlerle büyütür. Çok küçük yaşta şiirle tanışan Emine Işınsu aruz veznini de annesinden öğrenir.

Ailece kapı çalışları bile aruzladır; kullandıkları vezinse, “müstef’ilâtün”dür.

OKUL HAYATI 

Annenin öğretmen, babanın da asker oluşları sebebiyle memleketin değişik yerlerinde bulunurlar. Bu yüzden, Urfa’da başlanan ilköğretim, Sarıkamış’ta devam eder ve Ankara’da Alpaslan ilkokulunda tamamlanır. Yine Ankara’da Cebeci Ortaokulu’na girerek oradan mezun olur. Liseyi, TED Ankara Koleji’nde 1957 yılında bitirir. Daha ilkokulda iken yazı hayatına başlar.

Bir köpeğin ağzından hatıralar şeklinde kaleme aldığı “Minko’nun Hatıraları”, ilkokul çocuğu için bayağı bir roman sayılır. Kolej öğrenciliği sırasında şiirler ve küçük hikâyeler yazar. İlk şiiri “insanlar” ile Ankara Koleji ve Türk Edebiyatının şairleri arasına girer. Emine Işınsu, 1956 yılında “iki Nokta” adlı şiir kitabını yayınladığında henüz 17 yaşındadır.

Maceralı Üniversite Öğrenciliği ve Evliliği

Yüksek öğrenim hayatı ise oldukça maceralıdır. İlk olarak babasının isteği üzerine Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne kaydolur.

Ancak Felsefe tahsili yapmak isteyen Işınsu, o dönem Fullbright bursunu kazanır ve Sosyal Akademi Uzmanlığı kurslarına katılmak üzere fakül­teyi yarıda bırakarak Amerika’ya gider. Toplam altı ay süren bu kurstan sonra Türkiye’ye döner; İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümündeki ilk yılı da böylece geçmiş olur. Kızılay’da Orta Doğu Teknik Üniversitesi İşletme Bölümü’nde okuyan bir arkadaşıyla karşılaşmasıyla hayatının yönü değişir.

 

Amerika’dan aldığı belden las­tikli, kabarık ve oldukça süslü elbisesini Ortadoğu’nun giriş ücreti için 175 liraya arkadaşına satarak İşletme Bölümü’ne girer. Biraz da meydan okuma olarak girdiği yeni bölümünü babasından gizler. Bir müddet sonra sadece annesine ve ağabeyine söyleyebilir. İşletme bölümünde okurken hukuk öğrencisi Namık adında biriyle tanışır ve evlenmeye karar verir.

Bahriye Üçok ve eşi aracı olsa da babası, “Ben talebeye kız vermem” der.  Işınsu, utana sıkıla evlenmek istediğini söyleyince de babası ceza olarak eve hapseder. Böylece okul yarı kalır. Evde otururken hukuka kaydolur. O sıralarda ilk eşi Mimar Erdoğan Cemil Okçu kendisine talip olur. Babasından üni­versiteyi devam ettirme şartı ile onay çıkınca, 1959 yılı sonlarında evlenir. O.D.T.Ü’ni evlilikle birlikte yürütemeyeceğini anlar ve D.T.C.F’nin Felsefe bölümüne kayıt yaptırır. Felsefe öğrenimi sırasında, fakültenin tiyatro kürsüsü derslerini de takip eder.

Ancak, evliliğin sorumlulukları, ilk çocuk, ardından ikinci çocuk derken; başlangıçtan beri sevdiği arzu ettiği felsefe tahsilini de yarıda bırakır. Elif ve Yağmur adında iki çocuğu olur. 1969 yılında eşinden ayrılır. 1972’de Prof. Dr. İskender Öksüz ile ikinci evliliğini yapan yazarın üçüncü çocuğu Murathan dünyaya gelir. Romantik ama hareketli mizacı ve psikolojik sıkıntılarına rağmen inançlarıyla ayakta kalmayı başarabilen Işınsu, Tutsak romanında kahramanı Ceren’in yaşadıkları, kendi yaşadıklarının iz düşümüdür.

Muhafazakar bir ailenin çocuğu olarak Işınsu

Olgunluk çağının tavır ve görüntüsü içinde tanıdığımız Emine Işınsu’nun, çocukluk ve ilk gençlik yılları, anne-baba-ağabey baskısı içinde geçer. Işınsu, aslında hiç de özgür büyümez. Gençlik yıllarında baba ve ağabey korkusu ile sürekli tehdit edilir ve hareketleri daima kısıtlanır. Yanında ağabeyi olduğu halde ayda bir defa sinemaya gitme hakkı vardır. Okuyacağı kitaplarda bile ağabeyinin baskısı vardır;  falanca kitaplar ahlâksızdır, okunmayacak vb. gibi.

Anne-baba-ağabey üçgeninde şekillenen müdahaleler, üniversite öğreniminde de kendini gösterir; hiç istemediği halde babasının isteğiyle İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümüne kaydolur. Anne ve babasından yemediği dayağı ağabeyinden yer. Röportajlarında; çocukken ağabeyinin kendisine yaptığı eziyeti ise içindeki bir yara olarak anlatır. Hatta bunu biyografisine de yazar.  Son derece romantik olan annesi, gelenekler konusunda oldukça katıdır.

Oğlunu gayet serbest bırakırken kızı Emine Işınsu’ya tam bir disiplin uygular. Küçük kız bu durumdan rahatsızdır.

Bu hususu sonraları şu sözlerle dile getirir:

“Çok sıktılar beni, annem devamlı bir korku içindeydi, kız çocuğu olduğumdan. Gözüm dışarıya kaymasın diye. O korkuyu yaşadı, yaşıyordu, tabiî bana da yaşattı.”

Dışarıdan yapılan müdahaleler, dışa dönük duyguları sanırlar ve romantik mizacın zenginliğini oluşturan dünyanın kapılarını aralar. İlk kıvılcımlar, “İki Nokta”yı meydana getiren şiirlerle açığa çıkar.

Işınsu, bu yaşadıklarından dolayı kendi çocuklarını doğup büyüdüğü evdekinden farklı yetiştirir. Onlara karşı daha toleranslı davranır ve davranışlarında serbest bırakır. Bu durumu, “Ben anneme siz diyerek büyüdüm. Ama çocuklarımdan bana sen demelerini istedim” diyerek açıklar. Hatta o kadar samimiyet kurmuşlardı ki, torunları Kağan, “Işınsu” ve “Naber İskender” diye seslenir.

YAZIN HAYATI

Şiirle başlayan edebî faaliyetler, küçük hikâyeler ve romanla devam eder.

İlk romanı Küçük Dünya 1962’de Yeni İstanbul gazetesinde tefrika edilir ve 1963’te Turizm ve Tanıtma Bakanlığı’nın Sanat Armağanı ödülünü kazanır. Yazar, bu ödülden sonra şiir yerine romana yönelir. 1962-63 yıllarında Yeni İstanbul gazetesinin köşe yazarıdır ve siyasî konularda yazdığı günlük fıkralar, “Dedikodu” adlı sütunda, “Mehlika” imzasıyla yayınlanır. 1963-65 yıllarında, “Sabah” gazetesinin İrfan Atagün, Ömer Öztürkmen, Ergun Göze gibi belli siyasî çizgideki yazarlardan oluşan yazı kadrosu içindedir. 1969’da tamamen belgelere dayanan; Batı Trakya’daki soydaşlarımızın yaşadığı esaret hayatını ve zulmü “Azap Toprakları” adlı romanında anlatır. Bu ikinci romanıyla Türk okuyucusunun dikkatini çeker.

Gözler dışarıdaki Türklerle ilgili meselelere çevrilir. Azap Toprakları’ndan kısa bir süre sonra Dede Korkut üslûbu ve şiirsel bir dille Ak Topraklar’ı yazar. Işınsu, roman ve oyun yazarlığı uğraşlarının yanı sıra, kısa yazılarla dergilerde de görünür. Annesi Halide Nusret Zorlutuna ile çıkarttığı Ayşe isimli kadın dergisinde “Zeynep Tan”, “Nur İleri” ve “Işık” gibi takma adlarla yazar.  Türk fikir hayatında önemli rolü ve ağırlığı olan “Türk Yurdu” dergisinin kapanmasıyla meydana gelen boşluğu doldurmak isteğiyle “Ayşe”yi “Töre”ye çevirerek kendi yönetiminde neşreder.

Töre Dergisini, gelenekli Türk Yurdu’nun bir devamı gibi fikrî, edebî, hatta siyasî Türk milliyetçiliğinin bir neşir organı haline koyar. 1981’e kadar on iki yıl olgun muhteva ile yayımladığı bu dergi, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra baskı yüzünden ve malî güçlüklerden ötürü yavaşlayınca, “Ey­vallah!” adlı bir veda yazısı sonlandırır.  “Töre” dışında, Devlet, Kadın, Hisar, Bozkurt, Yeni Divan, Türk Edebiyatı gibi dergilerde, sanat, edebiyat, iç ve dış siyaset, Türk Milliyetçiliği fikir sistemi ile ilgili tenkit, deneme, mülakat, hikâye, makale, araştırma-inceleme yazıları yayınlanır. O, artık Milliyetçi gençler için “okul” durumunda olan “Devlet” dergisinde, gençlerin çok sevdiği “Emine Abla”sıdır. Daha sonra dergilerde yayınlanmış olan hikâyelerini “Bir Gece Yıldızlarla” (1991) adlı eserinde toplar.

Oyun yazmaya da ilgi duyan yazar, “Bir Yürek Satıldı” adlı piyesiyle, TRT’nin 1966’da düzenlediği Radyofonik Oyun yarışmasında birincilik ödülüne layık görülür. “Bir Yürek Satıldı”nın ardından, 1967'de “Bir Milyon iğne”, 1969’da “Ne Mutlu Türküm Diyene” adlı oyunlarını ve radyofonik skeçlerden oluşan “Adsız Kahramanlar”ı yazar. Işınsu'nun roman ve hikayelerinin yanında, tiyatro alanında da kaleme aldığı eserleri bulunur.

Ancak yazar her nedense tiyatro yazmaya devam etmez ve kendisiyle yapılan bir mülâkatta, tiyatrodan vazgeçmiş olmanın nedenini, yazarlığındaki bencilliğine bağlar. Sancı (1975) romanında; isim olarak kendisini de katarak; 1970-71 yıllarında, anarşiye, ölümlere varan ideolojik çekişmeleri, önemli mevkilere ulaşmış Türk aydınlarının olaylar karşısındaki çıkarcı tavırlarını sergiler.

Dış Türkler meselesini işleyen “Çiçekler Büyür” (1979) ile edebiyat tenkitçilerinin dikkatini daha fazla çeker. Çoğu övücü, önemli sayıda tenkit yazısı, eserin uyandırdığı etkiyi ortaya koyar. Sendika romanı yazma düşüncesinden doğan “Canbaz” (1982) da, yine üzerinde çok konuşulan romanlarından birdir. Yakın arkadaşı Prof. Dr. Umay Günay’ın teşvikiyle. Millî Mücadele heyecanını yansıtmak ister ve “Cumhuriyet Türküsü”nü (1993) kaleme alır.

Romanlarında ele aldığı gençlik, sendika, üniversite, gazeteciler, sağ ve sol örgüt ve ideolojiler hakkında gözleme dayalı bilgiler aktarır. Kişilerin birini kayırıp ötekini yere vurmak, Işınsu gibi iyi bir romancının yapabileceği şeylerden değildir. Işınsu eserlerinde kişileri bulundukları hal­de alır, bugünkü durum, konum veya düşüncelerinin, geçmişteki sebeplerini araştırır. Gerçekte komünist, kapitalist, milliyetçi, sendikacı, hür, esir, kaba saba demeden hepsini sevmektedir.

Kahramanlarını sevmeyen ve ciddîye almayan bir yazarın iyi romancı olamayacağı, kin ve küçümseme ile hiçbir yere varılamayaca­ğı zaten bilinmektedir. Emine Işınsu, seçkin romancılarımızdan olup, hatta geleceğe kalmaya aday gösterilir. Bu vasfını da, öncelikle, moda akımları Avrupa veya Amerika yazarlarını kopya etmeyip bize mahsus roman cevherini bulmuş olması­na borçludur.

Toplumculuk veya “Köy romanı” adı altında, sefalet sömürüsü ya da kin çığırtkanlığı yoluna gitmediği gibi, milliyetçi düşünceyi de asla tek yönlü, basit, dar bakışlı ve militanca ele almadığı ifade edilir. Her romanında ayrı üslûplar deneyen, romantik yanı güçlü, duygu ve kırgın­lıkları eserlerine sinmiş, bazı eserlerinde millî ülküyü sanatına da üstün tutan, yurt meseleleri ve canlı politikayı romanlarına cesaretle yansıtan bu yazar, sana­ta susamış genç kitlelerin ilgiyle okudukları, düşünce ve duygu ağırlıklı bir ro­man sanatı sürdürür.

Hikâyelerinde; sağlam bir yapı, sanat değeri, derinlik bulunur. Uzatmayan canlı bir üslûp, kısa cümleler içinde gerçeklerin, felsefelerin, derinliklerin hatta “öte”lerin anlatımı görülür.   Işınsu’ya göre ne teyzesi İsmet Kür, ne kuzeni Pınar Kür ne de kendisi yazar olarak annesinin güzel üs­lubuna ulaşamamıştır. Yazar, ilk şiir kitabı “iki Nokta”nın çıktığı zamanlar  sağcılık ve solculuk diye bir şeyin olmadığını, sonradan solcu olan Haldun Taner’in, Şükûfe Nihal’in kendisini teşvik ettiğini söyler.

İlk olarak şiir kitabı çıkarmasına karşın sonrasında bir takım duyguların ifadesi olarak gördüğü şiirlerinden memnun kalmaz ve şiir yazmayı bırakır.

 

IŞINSU'NUN MİLLİYETÇİLİĞİ

 

Mil­liyetçi Hareket’in kadın yazarı olarak kabul gören Işınsu da kendisini, “Elhamdülillah Türk Milliyetçisiyim. Dün de Türk Milliyetçisiydim, bugün de...” sözleriyle ifade eder.

Fikir dünyasının oluşumunda aile çevresinin etkili olduğunu dile getiren yazar, bu duygularla yetiştirildiğini ve eserlerini de bu doğrultuda oluşturduğunu şöyle anlatır: “…Tabi çevre çok mühim, aile çevresi çok mühim. Milliyetçi ve Müslüman bir ailede yetiştim. Babam askerdi, evimizde daima Müslüman ve Milliyetçi bir hava hâkimdi.

Ben bu duygularla büyüdüm.” Roman kariyerinde “Türklük” önemli bir unsur olarak ön plana çıkar. Milliyetçi bakış açısını psikolojik bir derinlikle yansıtmaya çalışır;  ancak, politik görüşleri eserlerine fazlasıyla etki ettiği için yapıtların çoğunda iyi ve kötü kutuplaşmış bir şekilde ortaya çıkar. Azap Toprakları Gümülcine’de bir köyde yaşayan Türklerin uğradıkları haksızlıklar ve vatan bildikleri toprakları terk etmek zorunda kalmalarını anlatır, Ak Topraklar Malazgirt zaferine odaklanır.

Tutsak romanıyla Kerküklü Türklerin çektikleri acılara eğilen yazar, Çiçekler de Büyür romanında ise Bulgaristan’daki Türklere eğilir. Sancı ve Canbaz romanlarında 1970’li yıllarda yaşanan siyasi tabloyu yine milliyetçi duygularla resmeden Işınsu, bu romanlarıyla çeşitli ödüller alır. Ertuğrul Dursun Özkuzu'nun yaşamının anlatıldığı Sancı romanı da Türkiye Milli Kültür Vakfı ödülüne layık görülür.

Cumhuriyet Türküsü adlı romanında Milli Mücadele dönemini işler. Türk milletinin âşığıdır. Misak-ı Millî sınırlarında olan veya olmayan bütün Türklere muhabbet besler; ancak, bu hislerin Balkan Türkleri’ne karşı biraz daha yoğun olduğu dikkati çeker. Sınırlarımız dışında yaşayan Türklerle ilgili yazmasını babasının Bulga­ristan göçmeni oluşuna bağlar. Bu yüzden Bulgaris­tan’dan gelen soydaşlarımıza, diğerlerinden daha fazla sevgi duyduğunu itiraf eder.

Ayrıca yazara göre Bulgaristan’daki Türkler iki türlü tutsaktır: Şovenizmin ve Marksizmin. Türk milliyetçisi olmaktan her zaman gurur duyan Emine Işınsu, Türkiye’yi ve Türk milletini ilgilendiren her konuda yazmayı sürdürür. Ancak, olumsuz bir eğitim ve dar bakışlı Marksist telkinler sonucu, “çoğu aydınlar” gibi, romancıların da, Türk milletine son ölçüde yabancı düştüklerinden yakınır.  Oysa ki, önceki nesilde Ömer Seyfeddin, Mehmed Akif, Yahya Kemal, Nihâl Atsız ve Arif Nihat gibi öncülerin de “Bulgar-Yunan” kötülüklerine ve esir Türk diyarları­na içtenlikle eğilmiş olduklarını söyler. Emine Işınsu ile yapılan bir röportajda Ahmet Kökdemir’in, “1980 sonrası romanımız nerelerde?

Bazı meşhur romancılarımızın yabancı dergilerde Türkiye aleyhine sergiledikleri hırçınlıklara ne diyorsunuz?” sorusunu biraz öfkeli biraz da sitemkâr cevaplıyor:  “Bana kalırsa eski solcular, Rusya yıkıldıktan sonra başlarını önlerine eğip biraz düşüneceklerine, bütün o hislerini Türk düşmanlığına çevirdiler. Yani, simdi Türk düşmanlığı var, maalesef. Eskiden de vardı ama, o zaman solculuk, komünistlik vs. adına işçilik, emekçilik nutukları atıyorlardı, şimdi o kalmadı; doğrudan doğruya Türk düşmanlığına çevirdiler. Bunu anlayamıyorum; nedir bu düşmanlık?

Herhalde bir takım kalıntılar bunlar. Irkçılık yapmak istemiyorum ama, bir kısım kanları bozuklar, kalıntılar şundan burdan onlar bu düşmanlığı körüklüyorlar. Bütün bu sebeplerden Çetin Altan’ı, Yaşar Kemal’i okumaya tahammül edemiyorum. Son zamanlarda Orhan Pamuk var. Gencecik çocuksun sen, ne oluyor; herhalde milletlerarası şöhret olmak istiyor; onun için yapıyor bunu. Avrupa’da prim yapıyor ya, Türk düşmanlığı, onun için yapıyor her halde.

Romanları basılsın, satılsın istiyor; şöhret arzusu…”

 

IŞINSU FEMİNİST MİYDİ?

 

Bir “kadın romancı” olarak Işınsu’nun tutumu, kendisine yaşıt birçok meslektaşından kesinlikle farklıdır. Işınsu kadın haklarını ve kadın haysiyetini önde tutmakla birlikte; kadını öz evinde ve çocuklarının yanında tasavvuru tercih eder. Aydın ol­duğu ölçüde, kadını, halkın hizmetinde olarak da düşünür. Romanlarının çoğunda kaba, bencil, inceliksiz, biraz küstah erkekler yaşatması, belki de, çok genç iken yaptığı evlenmede, bazı tavırların, kadınlık onuruna ve sanatkâr ruhu­na aykırı düşmesinden ileri geldiği düşünülür.

Ahmet Kökdemir ile yapılan röportajda kendini feminist sayan Işınsu şöyle konuşur: “...Efendim ben de kendimi feminist sayıyorum. Fakat bu erkeklerle bir yarış, erkekleri bir küçük görme şeklinde tezahür etmiyor. Yalnız hakların ve vazifelerin erkek ve kadın arasında eşit dağılmasından yanayım. Mesela: Bir kadın memur, sırf kadın olduğu için az maaş almamalı veya erkek sırf dışarda çalışıyorum diye eşine, çocuklarına yardım etmemezlik yapmamalı.

Çünkü, dikkat edersek hele çalışan kadınlar, dışarda çalışıyor, erkek de çalışıyor; aynı zamanda eve geliyorlar. Erkek elinde gazetesi oturuyor; kadın mutfağa giriyor; buna dayanamıyorum. Erkek de kadın da madem ki dışardadır; eve gelince de mutfağa beraber girmeliler. Çocuklara alâka bakımından da aynıdır; sadece anneye bırakmamalı. Babanın da alâkasına çocuk muhtaçtır. Bizim klasik ailemizde babayla çocuk arasında daima anne vardır.

Baba bir şey söyleyeceği zaman, çocukların yapıp yapmamaları konusunda anneye söyler. Baba hep yüksek bir yerlerdedir. Çocuk da bir şey isteyeceği zaman anneye söyler; anne aradadır. Bu iyi değil, çocuk terbiyesi bakımından. Çocuk açık seçik net olarak, anneyle de babayla da tekil ilişki kurabilmelidir. Yani arada kimse olmasın diyorum. Benim feministliğim bu kadar.” Kadın haklarına daima saygılı olan ve kendini bu hakların daimi müdafi gören Işınsu, feminizmin, aileye hücumda alet olarak kullanılmasına tahammül edemez.

Kadının, aile içinde tutsak olmadığını, eğer öyle bir duruma düşüyorsa, bunun kadının kendi iç problemlerinden, şahsiyet zaafından kaynaklandığını söyler. Işınsu’ya göre, feminizmin çarpıtılmış kurallarına kadının boyun bükmesi demek; gönüllü kölelikten başka bir şey değildir. Bazılarına göre kadın problemlerinde özgürlükçü ruhu yakalayamayan Işınsu’nun kendisi gibi karakterleri de tabuları yıkamamıştır.

 

IŞINSU NEDEN TASAVVUFA YÖNELDİ?

 

Işınsu’nun çocukluğundan itibaren tasavvufa eğilimi olduğunu Nebahat Akbaş’ın Emine Işınsu ile yaptığı Töre Dergisi’nde yayımlanan röportajdan anlıyoruz. Söz konusu Röportajda Akbaş’ın; “...biz biliyoruz ki Emine Işınsu daha çok küçük bir çocukken kuklalar, yapıyor ve bunların canlanması için dua ediyor. Duasının gücüne öyle inanıyor ki onların canlanmasını bekliyor. Bu­radan yola çıkarak sizin son 20-30 yıldır değil, ta çocukluktan tasavvufa merakınız olduğunuzu söy­lesek, hata etmiş olur muyuz?" sorusunu Işınsu; “Yoo, çok doğru, çok doğru. Herhalde annemin tesiriyle. Annem çok dindar bir kadındı, tasavvufa meraklıydı.

Onun tesiriyle herhalde öyle oldum, çocukluktan beri” sözleriyle onaylar. Işınsu’nun eserlerinin çoğunda İslam inancının derinliklerine rastlamak mümkündür. İnsana hoşgörü ile yaklaşan yazar, her insanın hatalarıyla kabul edilmesi gerektiğine, herkesin bir gün doğru yola ulaşacağına inanmaktadır. Dinî tesirlerin hâkim olduğu bir çevrede yetişen yazar, tasavvufa karşı duyduğu ilgiyi az çok Nisan Yağmuru ve Havva isimli romanlarında işler. 1995’te ise; sevgi, birlik, fedakarlık, şüphelerden uzak olmak, şükür, sabır, doğruluk, kin ve nefretten kaçınmak ve merhamet gibi bazı kavramları, Kur’an ayetleri ışığında Yaşar Nuri Öztürk’ün mealinden faydalanarak “Dost Diye Diye” de anlatır.

Bukağı (2004) romanında Niyâzî Mısrî’nin hayatını konu eder. Bay­ram (2005) adlı romanında ise, Hacı Bayram Veli’nin hayatını ele alır. Yazar varlığının, yaşantısının, romanda karar kılışının, ilhamlarının kaynağını inançlarında bulur. Işınsu’ya göre; “her insanın dünyada görevi vardır; kendisininse, roman yazmaktır.” Çalışırken Allah tarafından bir yardımın, ilhamlar halinde, kendisine ulaştığına inanır. Başından geçen sıkıntıları değerlendirişinde de aynı bakış tarzının etkisi gözlenir; yani, hepsi İlahî imtihanın parçasıdır. Emine Işınsu, hazırlık aşmasından sonra abdestini alıp, duasını okuyup, “Bismillahirrahmanirrahim” dedikten sonra yazmaya başladığını, böyle yaptığı zaman dünyasının değiştiğini ve romanın dünyasına geçtiğini söyler.

 

IŞINSU NİÇİN YAZIYOR?

 

Emine Işınsu’ya göre yazmanın çilesi hem mutluluktur, hem de büyük bir ızdıraptır. Ancak; mutluluk ağır bastığı için bu çileyi çeker. Yazmayı mutlu etmekten de öte, yaşama sebebi olarak görür. Onun için yaşamak roman yazmaktır. Ço­cuklarının sağlık ve selâmetinden sonra, roman yazmak onu dünyaya bağlayan tek şeydir. Bu duygusunu şu şekilde ifade eder: “Âdeta sebeb-i mevcu­diyetim… Allah’ın beni dünyaya roman yazmakla görevli olarak yolladığına, sa­mimiyetle inanırım.”

O'nun gerçek dünyası romanın dünyası, yaşadığı hayat ise, sanki sun’i olanıdır. Öfkesinin, mutlulu­ğunun, mutsuzluğunun, suskunluklarının hepsi yazmakta olduğu romandaki olaylar ve kişilerle ilgilidir. Işınsu, yazarken yüreğini ortaya koyduğunu, kendine ters gelen şeyleri yazmak istemediğini, “Yaşayan Türkçe”yi kullanmaya özen göstererek, konuşma diline yakın olsun diye, zaman zaman kırık ve kesik cümlelerle, yani, içinden geldiği gibi yazdığını söyler. Ya­zarken adeta “benden içeri ben”in emrinde, bol bol sigara eşliğinde gönlünün diktesini, makineye geçirdiğini anlatan Işınsu, konuşmada yazmak kadar başarılı değildir.

Konuşmak onun için, tam bir eziyettir. Kalabalık karşısında donup kalmaktır. Bu sebepten konuşma tekliflerini genellikle geri çevirmeğe ça­lıştığını, kurtulamadıklarında ise yazdıklarını okumayı tercih ettiğini söyler. Yazma işi kolay değildir. Işınsu, eserlerini, sinirleri gergin bir havada “yazdığını” söylüyor. Yazılarına sinen kaygı, acıma ve öfkeden de bu anlaşılıyor. Çünkü, bu yazar Türkiye’nin me­selelerini, kendi özüne bir dert gibi ele almakta, hatta kendisine dert edinmekte­dir. Yazarken huzurlu değildir. Öyle ki karakterlerini günlük hayatta yaşar.

Türk olduğu için, önce Türk insanının ıstırabını anlatır. Azap Toprakları (Batı Trakya Türkleri), Çiçekler Büyür (Bulgaristan Türkleri) adlı iki eserde, çektikleri çileye ortak olmak suretiyle gösterir. Yaşadıkları zulmü, her işkenceyi ruhunun derinliklerinde hisseder. Çünkü Emine Işınsu yazarken yaşar, kahramanlarıyla birlikte depresyona girdiği olur; alnındaki kırışıklıkların sayısı her yeni eserle çoğalır.

Migreni dayanılmaz bir hal alır; nobrium, librium vb. gibi ilaçlar kullanmak zorunda kalır. Mahlûkatın en şereflisi ve saygıya layık olan insandır. Kimseye tepeden bakmaz, aksine muhatabı karşısında fazlaca alçak gönüllü ve biraz da mahcuptur. “Yaratılanı severim, Yaratan’dan ötürü” Yunus terbiyesi ile fikirlerinin temelini insan sevgisi, Allah’a olan bağlılığı ve milletine olan derin sevgisi oluşturur. Yaradılışından merhametli olduğunu, eserlerinde yer alan kahramanlarında görmek mümkündür.

Düşüncesine ters gelen karakterleri bile onun merhamet sınırları içindedir. Türk milliyetçisi olduğu halde kahramanlarından komünist militan Ali Çubuk’a bile diğer kahramanı Sevgi Selen vasıtasıyla dua eder. Bazı eserlerinde kendisi de yapmakla beraber, sanata politika ve ideoloji karıştırılması taraftarı değildir. Bu hataya özellikle Tutsak’ta istemeye istemeye düştüğünü itiraf eder.

O yıllarda “sol” ideolojiye mensup sanatkarların, eserlerinde açıktan propaganda yolunu seçtikleri, onlara nispet olsun diye aynı yola başvurduğunu; bununsa, büyük bir yanlış olduğunu, bu yüzden “Tutsak”ın basımına daha sonradan karşı çıktığını söylemekten çekinmez. Bir kini yeniden ateşlemek istemediğinden Sancı’yı da yeniden bastırmayı istemez.

 

IŞINSU'YU YENİ NESİL NEDEN TANIMIYOR?

 

Bilgisayarını daktilo gibi kullanan ancak Twitter, Facebook ile ilgisi olmayan Işınsu hala yazıyordu, fakat yeni nesil onu pek tanımıyordu.

Kimi, Ankara'da bulunan Hacı Bayram Veli Caminin tarihini araştırmak isterken “Bayram” kitabıyla onu tesadüfen keşfetmiş, kitabın kapağına bakarak zoraki başlayıp, ancak “büyük bir aşk hikayesiyle” şaşkınlığa uğramıştı. Kimine göre, dergilerde basbayağı ırkçılık, yabancı düşmanlığı, kadınlık, vatan, millet, Sakarya edebiyatı yapan bir yazardı. Kiminin de “Çiçekler Büyür” romanını 20 yaşındayken bir günde okuyup son sayfasında ağladığı, kalemi çok temiz ve sade milliyetçi bir yazardı.

Vaktiyle Çiçekler Büyür ve Azap Toprakları’nı okuyan bir başkasına göre de, samimi bir insandı. Her ne kadar fikriyatına %100 iştirak etmese de, Partinin başında ve yönetiminde böyle insanlar olsaydı, MHP’nin iktidar olacağına iddialıydı. Oysa ki Işınsu, ülkücülerin “Emine Abla”sı olarak tanınsa da, Alparslan Türkeş, rahmetli eşi Muzaffer Hanım ve kızları ile aile dostu olsa da Partide hiç görev almamıştı. Kimine elini öpmek de nasip olmuştu.

Bir gün kızı olursa adını Çiçekler Büyür romanının kahramanı olan İlay’ı koymayı düşünüyordu. Kimi için az tanınan bir yazar olması üzücüydü. Kimine göre de; ülkesine sövmediği, marjinal taraklarda bezi olmadığı için ismini duymayan çok insan vardı... Yazıktı… Baht utansındı... Emine Işınsu,  Tutsak ve Sancı romanlarını eski kini yeniden ateşlememek için bastırmayı düşünmezken solun hâlâ bunu devam ettirdiği yönünde şöyle serzenişte bulunur:  “Şimdi sağ sol ayrıcalığı kalktı diyoruz, ama kalkmadı devam ediyor, belki biraz bizler sağcılar daha iyi davranıyoruz sola daha anlamağa çalışıyoruz.

Biz kaldırdık bir takım şeyleri, hakikaten kaldırdık, kaldırmak da lâzımdı, bir anlaşma tartışma şeyi çıksın kavgalar bitsin vesayire. Fakat sol bunu kaldırmadı, sol hâlâ kinli. Her yerde bulunmaz benim kitaplarım, bir iki yerde bulunur meselâ. Benim kitaplarımı bu kinden dolayı almıyorlar.” Sizce Emine Işınsu haksız mıydı? Acaba yeni neslin Emine Işınsu’yu yeterince tanımamasının altında yatan sebep bu muydu?

  
332 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın