• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası

Edebiyat Gazetesi

Kültür Sanat Edebiyat Haber Gazetesi

Öykü Penceresi




Edebiyat Gazetesi.net sitesi olarak gelen talepler üzerine ÖYKÜ PENCERESİ başlığı ile günümüz öykücülerine bir pencere açıtık.

Sizlerden gelen bir öyküyü haftanın öyküsü olarak Öykü Penceresi bölümünde yanyınlamak istiyoruz. 

Gelen öyküler kıymetli edebiyatçımız Selim Tunçbilek tarafından değerlendirilerek yayınlanmasına karar verilecektir. 

Gönderilen öykülerden yayınlanacak metinlere dönüş, onbeş gün içerisine olacaktır. 

Yayınlanmasını istediğiniz çalışmalarını stuncbilek@edebiyatgazetesi.net  e posta adresine göndermenizi rica ederiz. 


Öykü:
Kısa Çöp, Kısa Hayat 
İbrahim SAVAR


Otuz senedir durur o fotoğraf orada. Önünden binlerce misafir geçmiştir. Burası eski bir otel. Dedem aldığında evmiş aslında. Bir paşanın konağı… Bunca odayı dolduracak horanta, onları doyuracak para ne gezer. Gözü de açıkmış biraz rahmetlinin. Otel yapayım, demiş. Kimi yerini yıkmış, kimi yerini bölmüş iyi kötü uydurmuş. Babamı pek tutmazdı. Pısırık bulurdu. Beni yetiştirdi küçükten. O yüzden düşman kesildi bana peder. Ölüm döşeğinde bile elini esirgedi. Dedem, babamı elimden aldı ama bana bir ekmek teknesi bıraktı. Bir ömür şu masanın ardında geçti. Adım ‘Zebercet’e çıktı. Ama fotoğrafı ilk sen fark ettin.   

Ne masal ne hikâye; gerçek bunlar. Kulağımızla işittik, gözümüzle gördük, canımızla yaşadık. Hep bir arada büyüdük. Bayburt kalesi şahit!

Boyu hep kısaydı. İllâ herkesin bir takma adı olacak ya. Biz de ona ‘Tıkız Niyazi’ derdik. Nasıl böyle tokmak gibi oldu bilmem. Ne anası vardı ne babası. Ayyaş bir amcanın koltuğunda, şurada burada yatarak büyüdü. Konu komşu verirse tok, vermezse açtı. ‘Ota alışmadıysam, sabah akşam kumara oturmadıysam hep içimdeki asaletten’ derdi. Hâlbuki kim olduklarını, nereden geldiklerini bilen yoktu. Amcası ya sarhoştu yahut elde zar, masa başında. O yaşta asaletin ne mene bir şey olduğunu bile bilmezken, dilinden düşürmeyişine şaşmak gerek.    

Boyunun kısalığından olacak, kamyoncu oldu. Boy pos çok önemliydi onun için. Şoför mahallinin yüksek koltuğundan kaldırımda yürüyenlerin tepesine tepesine bakardı. Çok mutluydu orada.

O zamana kadar çok işe girdi çıktı. Kahveci çıraklığından, ayakkabı boyacılığına, terzilikten, garsonluğa ne bulduysa… Derken kendini Eşref Usta’nın tamirhanesine attı. Makinelere meraklıydı. Ama onun hevesi motorun kalbini bağırsağını döküp toplamaya değil, ayağının altına alıp dünyayı dümdüz dolanmayaydı. Zamanla anladı. Tekerleğin nasıl döndüğünü, canavarın uykudan nasıl uyandırıldığını, hastalanınca neresinin yoklanacağını öğrenir öğrenmez yüz geri etti sanayiden. Gitti bir nakliyat ambarına muavin oldu.

Ben o vakit liseyi boşlamış otelin kâtibi olmuştum bile. Dedem Niyazi’yle arkadaşlık etmemi istemezdi. Amcasından ötürü Niyazi’nin de yolu belliydi ona göre. Birkaç kez ‘o öyle biri değil’ demeye çalıştıysam da, dedeme karşı çıkmak, lafının üstüne laf söylemek kolay değildi. Çaresiz, gizli saklı sürdü arkadaşlığımız dedem ölene dek.

Ambarda kamyon yıkadı, krikoya aldı, bijon anahtarının üstünde tepine tepine lastik değiştirdi bir vakit. Az biraz boylanıp ayağı pedala, gözü yola erişince kursa yazıldı hemen. Ehliyeti cebine yeni koymuşken askere çağırdılar. Kışlada ihtiyar cemseler de talip etmiş şoförlüğü. Öyle duyduk. Direksiyonda fotoğraf bile gönderdi. Döner dönmez de atladı ambardaki canavarlardan birinin boynuna. Ver elini dünya.

Çoluk çocuk olmadığından hep en uzak, kimsenin gitmek istemediği yollara Niyazi gitti. Hem sevdiği işi yapıyor, hem dünyaya yukarıdan bakıyor, hem de uzak ülkeleri geziyordu. Üstüne para kazandığına şaşardı.

O, yollardan dönüp gördüğü yerleri, tanıdığı insanları, yediği yemekleri anlattıkça içimde bir şey kaynar, alıp başımı gidesim gelirdi buralardan. Biraz evvel sordun ya, ‘Zebercet kim’ diye… Sizin nesil bilmiyor tabii bu eski kitapları. Yusuf Bey, rahmet olsun, ne güzel anlatmış bizim mesleği. Otelci bekleyen adamdır. İnsanlar gelir, insanlar gider, dünya döner, mevsimler değişir; otelci hep bekler. Babam yatağa düşmüştü o sıralar. Hanım da ikinci kıza hamile. Bize beklemek, oturup Tıkız’ın hikâyelerini dinlemek düştü anlayacağın.

Bir de duyduk ki evlenmiş bizim oğlan. Hem de ta Çin’de. Gide gele orada bir sevdaya düşmüş. Kendi gibi ufak tefek bir kız bulmuş. Mektubu geldi birkaç ay sonra.

“Tabanı yanmış it gibi gezmekten yoruldum be usta, biraz da oturalım.”

Bayburt küçük yerdir. Doğunun dağlarıyla kuzeyin ormanları arasında sıkışmış, sanki unutulmuş bir yer. Hiçbir şehrin yolu geçmez içinden. Buraya ancak burada işi olanlar gelir. Senin gibi. Böyle bir şehirde otelcilik yapmak akıl kârı sayılmaz. Farkındayım. Ama hayat suyunu aktığı yataktan başka yöne çevirmek kolay değil. Yıl olmuş 2050. Bu kadar daha yaşayacak değilim ya.

Epey bir zaman ses çıkmadı bizimkinden. İki gün görsün garip, dedik. Ama nerede? Fakir hırsızlığa çıkınca ay ilk akşamdan doğarmış. Neredenmiş, bir salgın hastalık patladı Çin’de. Otuz yılı geçti. Sen daha doğmamışsındır bile. Vuhan lafı her gün televizyonda. Sokaklarda düşüp düşüp ölenler. Dolup taşan hastaneler… Evlerine hapsolmuş insanlar. El yetmez, göz görmez bir yer. Dünyanın öbür ucu. Ben bu şehri nereden biliyorum, diyorum kendi kendime. Birden aklıma geldi. Niyazi’den gelen zarfa bakmamla kanım dondu. Daha bir dikkatli izler oldum haberleri. Ona benzer bir yüz görür müyüm diye ayrılmadım ekran başından. Sonra küllendi usuldan. Geçer gibi oldu. Dünya telaşı, geçim derdi, derken unuttuk Vuhan’ı.

Bir sabah dış kapıyı süpürürken bir de baktım bizim Tıkız Niyazi. Yanında da iki çekik göz kadın: Biri yenge, biri valide. Hemen aldım yerleştirdim en güzel odaya. Keyfime diyecek yoktu. Kardeşim canıma yoldaş gelmişti. Bende ne dede korkusu kalmıştı, ne baba sıkıntısı artık. Kızları bile dert etmiyordum. Buluruz, diyordum, kafası çalışan iki damat olur biter. Sabahlara kadar oturup dertleşiyorduk. Gülmekten iki kat oluyordum anlattıklarına. Hâlbuki ne korkunç şeylerdi anlattıkları.

“En zoru da neydi bilir misin kardeşlik? Dışarıda ölüm kol geziyor. Kapıdan burnunu uzatamıyorsun ama evde de kaynanayla yaşamak zorundasın. Ölümlerden ölüm beğen”

Bir daha dönmemeye kararlıydı. Bizim mahallede bir ev kiraladık. Üç beş eşya uydurduk. Bir yuvası oldu. Bir de yeni adı. Çin’den döneli beri Niyazi’nin adı Cavit olmuştu. Çarşıda herkes öyle çağırıyordu onu. Hastalığı yayan virüsün adı Cavit gibi bir şeydi.

Yanında getirdiği beş on kuruşla elden düşme bir kamyonet aldı. Sağını solunu toparladı otelin arka bahçesinde. Kasasını ben boyadım hatta. Çektik halin köşeye. İş oldukça gitti, boşsa geldi oturdu şurada, lafladık. Akşamı beraber eden, eve giderken fırından susamlı pide alan aile babaları olmuştuk artık. Bana da şu masanın ardında oturmak o kadar koymuyordu Niyazi geldiğinden beri.

“En çok buraların sakinliğini özledim. Çin dev bir karınca yuvasıydı sanki”

Ne ki çok sürmedi. Hastalık bir anda bütün dünyaya yayıldı. Bizi bulmaz, buraya yetmez diyemeden kapımıza dayandı. Haftalarca evlerden çıkamadık. Çok kayıplar verdik. Cenazelerimizin başına bile varamadık. Birer çukura bırakılıp aceleyle topraklandılar.

Yaa! Böyle işte genç arkadaşım. Sen kalk dünyanın öbür ucunda yuva kur, yıllar sonra geri dön, tam işler rayına oturmuşken…

Çok itiraz ettiler ama dinlemedim kimseyi. Ellerimle yatırdım çukura Niyazi’yi. Ortalık durulunca ellerimle götürüp bindirdim ailesini uçağa. Geldiğinin haftasına Bayburt Kalesi’nde çektiğim o fotoğraf da odur budur orada asılı: Valide, yenge, kardeşim.    

       İbrahim SAVAR



Öykü:
  
Tan Doğan

Pirinç
Parlatılan Prinç Ekonomiye Zarar Veriyor“ - Son Dakika Ekonomi

‘yârim’e

pencere önü: bir sehpâ bir çift iskemle: önünde bir tepsi, tepside bir tas pirinç, ayıklıyorsun. kara gözlerin ak tasta, ak parmakların kara olanların ardında ne ki dokunmadan geçmiyorsun hiçbirini, ıskalamıyorsun sevgiyi… bakışlarını yakalayacağım bir bir; bir derdim bu. bir diğer derdim de nefesini koklamak, tutmak on ikisinden heyecanını. çürüğünü gördüğündeki kalp atışını, kırık olanları sarmalayışını, sararmışları usulca, usûlünce, kibarca, kendince bir kenarda biriktirişini; taşları, evet taşları tek tek baş ve işaret parmağınla tutup, okşayıp, bir kazıbilimci titizliğince inceleyişini; hangi çağın hangi topraklarının hangi ruhuna âit olduğuna kimi ân kuşku kimi an hüzün kimi ân da tebessümle yolculanışını yakalamak… hiç anlamadığım, hep münâsebetsiz olacağından korktuğum ama merâkla cevâbını dilediğim sorum, neden her birini kokladığın, olurdu; sormazdım. çocukken kara, gençken kahve, şimdilerde sarı saçlarını, yüz yılların serüveninde dolaştırdığın bir çift elinle geriye doğru atman, gözlerini yumup boynunu dünya’nın dönüşü istikâmetinde üç-beş çevirmen, sağ elinin tırnaklarına doluşmuş tozları sol elinin başparmağıyla çıkartmaya çalışman, sonra tasa gözlerini dikip, başka derinliklere dalman, içinden konuşman, dışından susman, arada bir soluklanman olurdu mola zamanlarında, bir yandan seni izleyip, öte yandan saydığım taşlarda kaça geldiğimi tekrarlarken şaşırmamak için içimden… sanki hizâ-istikâmetleri doğrultusunda, nüfuslarına göre öyle muntazam toplardın ki beyazları, sarıları, kırıkları ve taşları manga manga, bölük bölük, tabur tabur, alay alay askerlik zamanlarımı vurur gibi yüzüme, senden daha da askerim ben der gibi olurdun; utanırdım. ya da kazı çalışmalarına, uzay araştırmalarına, okyanus dalışlarına öyle dalıp giderdin ki, bir çift lâf etmemene kırılsam mı, yüzüme bakmamana hayıflansam mı demez, güzelim yolculuğunu bölmez, gıkımı çıkarmaz, kendi kendime kızarırdım. yok yok, yakınmıyorum, alınmıyorum, darılmıyorum elbette; yalnızca nasıl da kendini işine, evet, iş edindiğin ayıklama sürecine, öyle tüm dikkatinle verdiğine imreniyor, yanındayken, karşında otururken nasıl oluyor da ötekin, yabancın, uzağın, olduğuma şaşıyordum. ennihâyet îtirâf: bir kıskanma, bir çekememezlik hâli; sanki sarışın, beyaz, kara rakîbimdiler; tırnaklarına, ellerine, parmaklarına ya da saçlarına, gözlerine, dudaklarına, yüzüne ya da duruşuna, bakışına, tebessümüne âşık mıydı her biri diye diye yiyip bitirmiyor değildim kendimi… alayını esâs duruşa çekmek, tozlu-topraklı arâzîde eğitim bahânesiyle süründürmek, hiç yoktan yayla, jasmine, basmati, yabânî, osmancık, baldo demeden birbirine düşürmek; “hücûm!” emrimle, borumu öttürmeyi de eksik etmeden, bir çatışma, bir kavga, olmadı kansız, yarasız, ölümsüz bir savaş çıkarıp, hepsini yorgunluktan perîşân etmek geçiyordu içimden ya da kafamın tası atmışken tastamam, pencereyi açıp, alayını fırlatmak tasın… yok yok, bilirim senin benden başka kimsede gözün yok; parmakların işte, aklın oynaşta değil bidanem; hep beni düşünüyor, düşlüyorsun ve bunun için değil mi akşam yemeğini yetiştirme telâşın… hissettinse celâllenmemi, densizliğime ver. hem bak güneş battı, yüz tuttu hava da kararmaya canıcananım. az mola ver yine; parmaklarını çıtlat, omuzlarını oynat, o güzelim, o nârin, o serv-i revânım gövdeni ger; getirme sakın aklına kötü bir şey. âh bunları kuruntumdan say ve ey sevdiğim, ey sevdâlım, ey sevgilim, ey güzel yârim, sen bana bakma; ayıkla pirincin taşını, ayıkla…